BİZ, TARLALILAR

Ceren Oykut'un Tarlada Yüzenler, sergi kataloğu için önsöz
Ceren Oykut demek 'çizgi' demekse ve çizginin kağıtları aşarak duvarlara uzanışı, yani, çizginin resmin kağıtsal uzamını ihlal edip yaşadığımız uzamlara akarak buradaki zedelenmelerin konturlarını özümsemesi ardından aldığı hasarlarla tekrar kağıda dönüşüyse, o tarihsel Bunuel ve Dali buluşmasında sözedilen göz çizme sahnesinin Ceren'in işlerinde rüyadan da öte, yani anlam kaymalarından da öte ama bir o kadar da buraya ait, anlamın henüz bir çizgi bile oluşturmadan sürekli titreşip durduğu bir dünyaya gözlerimizi çizdiğini söyleyebiliriz. Öyleyse bir rüya değil Ceren'in bizi davet ettiği alan, bir anlamın öteki üstünden kayarak anlam üretiminin sürekli ertelendiği, ancak ve ancak bir rüya tabirleri kitabı ya da falcı aracılığıyla çözümlemiş gibi yapabileceğimiz bir alan değil. Aslında adı üstünde burası Tarlada Yüzenler'den oluşan bir alan. Bir dakika, aklınıza hemen Kafka'nın öykülerinde, örneğin yüzmesini bilmeyen 'Yüzme Şampiyonu'nda olduğu gibi paradoksal bir durum gelmesin. Ya da şarkı söylemesini bilmeyen o ünlü 'Şarkıcı Josephine'deki gibi değil durum. Benziyor ama tam da öyle değil.
Hatırlayanlar bilir Ceren ilk çizgilerini metro inşaatı yüzünden hasar gördüğü için yıkılacak olan bir apartmanın ahşap döşemelerine ekmişti. O bina çoktan yıkıldı, yıllar boyunca İstanbul dediğimiz o kocaman tarlanın içinde gömülü kaldı ve ardından tekrar yükseldi. Bütün bunlar olurken aradan yıllar geçti ve zaman içinde tarlaya ekilen tohumlar başka başka formlar halinde sürekli karşımıza çıktı. Durun, durun, burada hiç metafora ihtiyacımız yok, son derece nesnel, siyasi, sosyolojik, tarihsel parametreleri olan bir olaydan bahsediyorum ve öyleyse hiç de nostaljik bir havaya kapılarak, ah İstanbul vah İstanbul dememize gerek yok. Aslında Ceren'in ektiğine benzer tohumlar bu coğrafyada hep ekildi, kimler geldi kimler geçmedi bu topraklardan. Ne Abidin Dino'lar ne Cihat Burak'lar, ne Aliye Berger'ler ne Bizanslı ikonacılar. İşte bu hala batmadan su yüzünde kalarak ama kökleri de bir o kadar derinlere giden çizgilerin yüzdüğü bir tarla bu, dilerseniz rizomatik kökler deyin, dilerseniz köksapların yüzdüğü bir tarla ama işte irili ufaklı her türlü tohumun, tohum denen şeyin barındırdığı çizgiselliklerin harmanlandığı bir yüzme stilinden oluşan bir tarla. O yüzden lineer bir tarihte yer almıyor bu yüzücüler, gelenek kuyruğuna girmiyorlar ama sadece tarlada yüzdükleri kadar varlar.
Kimler var bu yüzücüler arasında? Ya da kimler bu yüzme stilinin figürleri? Ama en başta bir goril var. Hepimiz tanıyoruz aslında bu gorili. Gezi'de canlanmıştı, gerek Emek Sineması, gerek Gezi Parkı, gerekse İstiklal'i hep birlikte arşınlamış, olmayan duvarlara projeksiyonlar yapıp, hayvan-oluş'a geri dönüşün yollarını açmıştık. Ve Ceren'in gorili kahve falının geleceğe uzanan müphem figürleriyle ilişki kurmamızı sağlamakla kalmıyor, düz-ara-ters katmanlarıyla, bu geleceğin aslında tam da şu anda varolduğuna işaret ediyor ¾ eğer toplum denen şeyin bir vertigo olduğuna inancımız sağlamsa.
Hazzopulo Pasajı da ekleniyor tarlada yüzenler listesine bilhassa 1871'de başlamış bir çizgi ekonomisinin henüz daha pasajın girişinde kırık çatlak yer karolarında kesintilere uğrayıp insan mekan orantılarını bozarak. Geceleri eşyalar uyur mu? Yoksa, Alice Sendromu'ndan müzdarip bir uykucunun bilinçaltına mı dönüşürler? Gorilimiz gece-gündüz ya da gündüz-gece ama birbiriyle yine tersten taban tabana zıt bağlantı içinde Madam Katia'ya bir şapka siparişi vermiş beklemektedir. Lilliput sakinleri pasajı işgal etmiş, kah sallana sallana yürüyüp kah sandalye köşelerinde uyuklarken, Walter Benjamin'in Paris pasajlarını anımsatacak şekilde kentin bilinçaltı tünellerini birbirine bağlamanın gerek o dönemlerde gerekse günümüzde bunca yoksayma taarruzları geçirdikten sonra hemen her zaman imkansız olmuş olduğunun altını çizmektedir sanki. Daha önce ima etmeye çalıştığımız gibi, Ceren'in işlerinde belki bir anlatı reddedilmiyor, hatta figürsellik bağlamında, tam da bir hikaye peşinde koşuluyor ama bu çaba soyut/somut karşıtlığından da öte, organize olmayı özlemeyen belleklerimizin özgürce hatırlama eylemine dönüşüyor. Örneğin, ah Markiz, ah Lebon demiyoruz ama Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Mahur Beste'sini duyuyoruz, neşeli bir giriş taksiminden sonra gitgide ağırlaşan ve notalarına çözülen.
Kuşkusuz her zaman böyle olmuyor. Bazı zamanlar, Rüya 3'de olduğu gibi çizginin kendini ihtiva edemediği, taşkınlığa ulaştığı zamanlar da oluyor. Burada çizgi adeta çığlık çığlığa bir martı ya da rotası belirlenemeyen bir sivrisineğin vızıldayışı gibi (ki sinir bozucu olan aslında sineğin bizi sokması değil, tekinsiz, yönsüz, koordinat-dışı uçuşudur) göze ve kulağa aynı anda hitap ederek figürsel düzlemi altüst ediyor. Eh peki şimdi niye başım dönüyor? Bir 'tinnitus' vakasıyla mı karşı karşıyayım? Olmayan sesleri mi duymaya başladım? diye soruyor insan. Evet belki öyle ama bundan da önemlisi, bir rüyadaki çizginin yol haritasızlığı ve her an yoldan çıkma, yoldan çıkarabilme özelliği. Bir başka deyişle, kaçış çizgisinin bile kendinden kaçtığı nokta.
Bazı zamanlarsa, kaçış çizgileri kaçtıkları çizgilerle birlikte bir armoni oluşturup kaçışı taçlandırıyorlar. Örneğin, giriş ve çıkışların asla kontrol edilemeyeceği, adeta kontrol kavramını silmek için varolan uçsuz bucaksız bir İstanbul tarlasına dönüşüyorlar. Ekonomi yok burada. Yani limon kaça diye sorsanız bile limon alamayacağınız bir tarla. Değiş tokuş bile yok. Sadece içiçe geçme ve üstüste binme var ¾ neşeli ama bir o kadar da aşırı risklerle dolu bir tarla. İstanbul Kavurma'nın ateşi bizi böylece derinliklerine çekmek yerine, önümüze, kendisiyle izleyici arasında açılan bir alan sunuyor ve gözlerimizle çok kolay konsantre olamadığımız bu kavurmanın odak noktasının arkamızda bir yerlerde yeraldığını ancak çok sonra farkedebiliyoruz. Bizanslı ikonacıların tekniğini hatırlatırcasına gözlerimiz önüne sunulduğunu sandığımız optik alan aslında bizleri de kapsayıp arkamıza geçiyor ve sunulan şey etrafımızı sarıp sarmalayan çizgilerle birlikte ancak resmin uzamına geri dönünce farkedebiliyoruz: Biz de bu Tarla'nın yüzücülerindeniz.
Zafer Aracagök
Temmuz 2015
Galata