top of page

MUTLULUĞUN RESMİNİ YAPMAMAYI TERCİH ETMEK



Oto-sunuşun protokollerini sarsarak, 80'lerden beri hayatımızın bir parçası haline gelmiş olan kendi kendine övgüler yağdırıp böbürlenme pratiklerinden uzak durararak, bu köşede ilk defa beni okuyacak okuyuculara kendimi nasıl anlatmalıyım?, Henüz üniversite öğrencisiyken çevirmiş olduğum, Yazko Çeviri'de yayınlanmış, "Borges ve Ben" adlı kısa anlatıda Borges'in tercih ettiği, kendin hakkında üçüncü tekil şahıs kipinde yazma uslubunu mu taklit etmeliyim? Oysa hayatımda her zaman, kıyasıya taklit ya da mimesis karşıtı olmuşum. Ve sonra, çok sonra bunun derin bir siyasal duruş olduğunun farkına varmışım. Dikkat edin, siyaset demiyorum - değinmek istediğim konu siyasal. Yani, Borgesvari bir uslupla, kendimi kendime yabancılaştırıp, aynı zamanda kendimi kendime temsil etmenin çıkmazlarının ve bunun çok da dürüst bir pozisyon olmadığının farkındayım.


Merhaba Zafer, nasılsın? Teşekkürler, çok kötüyüm, Zafer. Bir Kafka öyküsünde olduğu gibi cevap verilemez bir durum yaratmak asıl önemli olan, yoksa bölünüşün, şizofreninin tanımlanabileceği bir durum değil asla. "Herkesin bildiği gibi", bir cümleyle başlamaktansa konuşmaya, bu cümledeki "herkes" kimdir diye sorabilmek önemli olan. Bir gün cevap verebilirsek bu soruya, "herkes"in kim olduğunu açıklayabilirsek bir gün, Odradek bize diyecek ki: "Neden benden kaçıyorsun?"


Herkes olmamak - siyasalın mihenk taşı. Lütfen ve n'olur yanlış anlaşılmasın, siyasalın siyasetle yakından uzaktan bir ilişkisi yok. Diyelim ki, bir film çekiyorum, kitap yazıyorum, resim yapıyorum, müzik kompoze ediyorum: Sivas katliamı olmadı mı demem gerek? Her klişenin kaçınılmaz olarak bir figür oluşturduğunu gözardı ederek? Oysa, kurduğunuz bir yapıyı özen ve dikkatle bozabilmektir, kurarken bozabilmektir figürselin püf noktası. Deleuze'ün dediği gibi, bir ressam asla boş bir tualle işe başlamaz, ressamın ilk görevi tuali tıka basa doldurmuş klişelerden arındırmaktır yüzeyi. Stil artık kendini pencereden atmalı, sanal ve gerçek olanın ayrışmazlığını, kendinden vazgeçerek kurmayı öğrenmelidir. Hafıza - senden nefret ediyorum; Fantazi - gölge etme başka ihsan istemem. Birey-kal karşısına birey-kaçı dikebilmektir bütün o kuantumvari rezonansların çekim alanına girerek ki dikkat edin bireyseli hiç anmıyorum bile.


Şimdi bir sinema var diyelim, öte yanda bir de başka bir sinemanın olasılıklarını saymaya çalışalım. Her türlü kanaattan kendimizi uzaklaştırmaya çalışarak aynı anda. Aslında, sinema, edebiyat, müzik, görsel sanatlar hiç farketmez. Bir zamanlar Pasolini bütün semiotik çalışmalarına karşı genel bir semioloji altında gerçeğin dilini kurabilmekten bahsetmişti. Yani, herşeyi dilin işleyiş kurallarına indirgenebilme olasılığından çok, herşeyin kendine has bir dile sahip olabilme olasılığından. Mental imgen nereye kadar anlar bu dünyayı, Orhan abi? Yani, mutluluğun resmini yapmayabilir misin, Abidin? İletişim olmaktan çok, ifade olarak sanat - her varlığın kendini kendi dilinde ifade edebilme özgürlüğüne sahip olduğunu düşünebilmek. İmgelerin ardarda gelip bir anlatı oluşturmasından sıkılmadık mı artık? Hep o aynı hikaye, sonu başından belli olan filmler. Birini izleyince hepsini izlemiş olduğun filmler.


Bartleby. Yapmamayı tercih etmek. Melville'in aynı adlı novella'sındaki Bartleby aniden vazgeçer dökumanları kopyalamaktan, ve ardından kendisini bir hiyerarşi içine oturtan her türlü emir, rica kipinden. "Şunları postaneye götürür müsün, Bartleby?" "Götürmemeyi tercih ederim". Tercihlerini ifade edebilmektir siyasalın ilk kıpırdanışları ve kopyalama üstüne kurulu görsel bir rejimi reddedebilmektir. Sinema bize bir bardak gösterebilir bir el içinde zamanla ilgili tüm soruları silerek aklımızdan, örneğin bardağın öncesini ya da sonrasını düşünmeden direkt şu ana ve harekete yoğunlaşırız: bir sonraki sahnenin ne olacağını yüzde yüz bilsek dahi merakla bekleriz henüz sanal olan anı. Oysa, sanal an, yani henüz gerçekleşmemiş bir sonraki adım zaten çoktan bellidir ve tercih baştan konulmuştur önümüze. Film dediğimiz şey linguistik anlamda bir yüzselleştirmeye tabi tutulmuştur. Kimin yüzüdür bu? Kapitalistin yüzü. Ve aynı zamanda, Baba'nın. Belki de sırf bu nedenle Bartleby'yi okumayı bitirdiğimizde, Bartleby hakkında herhangi bir şeyi yapmamayı tercih etmesi dışında hiçbir yüze dair tanım oluşmaz hayalimizde. O bir ifade makinasıdır, figürden kaçan ve hep figürsel olarak kalacak olan. Gösterileni her an değişen bir gösteren. Geçmiş ve geleceği her an şu an'a davet ederek, figürselin hegemonik söylemlere teslim olmasına mani olan. "Ah Bartleby!"


Mutluluğun resmini yapmamayı tercih ediyorsak hafızayla işimiz var demektir. Mutluluğa giden yollarda geçmiş şimdi ve geleceği aynı anda yaşayabildiğimizde ufuk çizgisi kaybolur, Blanchot'nun önerdiği gibi ufuksuz bir insan oluruz. Hayatımız neden-sonuç ilişkilerinin boyunduruğundan kurtulur, birey olmayı bir köşeye bırakalım, birey-kaç'a doğru dörtnala koşarız. Fakat birey-kaç'a doğru koşmanın bir yönü var mıdır? Artık hafızamızı neden-sonuç ilişkileri içinde deneyimlememeyi tercih ediyorsak, bu soru da önemini kaybeder, yönsüz, koordinatsız, atopolojik bir koşuşturmaca başlar. Görsel rejimin ufuk çizgisiyle belirlenmediği, ne soyut ne de somut anlamda temsiliyete teslim olmayan, figürün ortaya çıkma ile geri çekilme arasında gidip geldiği, figürselin rezonanslarını bütün bedenimizle hislediğimiz bir alandayızdır artık.


Mimetik-cüceler olmaktan kurtulabilir miyiz acaba bir gün? Bir başka deyişle, o gün Galatasaray'da bir başka günlük ablukadan geçerek Emin Alper'in Abluka'sını izlemeye gidiyoruz, birey-kal politikası, yani "siyaset" düşkünleri sokakları doldurmuşken: o bir toma, o bir polis, ben vakit bulan sinemaya giden insan, kadın erkek Arap turist aşkınsallar, holiganlar zaten başka birşey olamaz lümpenler - herkes birşeyin ablukası altında ama burnundan kıl aldırmamak daha önemli - hepimiz o aptallıkla yoğrulmuş paranoya tutkunları illa medyatik olacağız o tıpkısının aynı klişe söylemlerle. Çünkü bize birşey olmaz, burada bir bomba patlamayacağının garantisi verilmiş sanki bize, biz onlardan değiliz, ama biz olmayan başkaları ve aynı zamanda düşmanlarımız bizleri koruyorlar ve paranoyak mutluyuz, mutlu olmamız şart. Hepimizin bir fantazisi var, değil mi? Olanlar, yeter ki burada olmasınlar, yeter ki burada olmasın abluka, biz neler yaşadık abicim Gezi'de, ablukanın allahını. Şeyim kalkar, düşlerim, fantazilerim var şükürler olsun ki, hepsini internetten öğrendim. Bunlar hep fantazi ama bir gün benim olacak o, bugün olmasa da. Günlük hayatımızın ablukasından bu tür zırhlarla kendimizi koruma altına alıp filmin fantazi alanına gireceğiz derken, Emin Alper içinde yaşadığımız toplumsal fantazi dünyasının tam ortasına çekiyor bizi, film ve film-dışı arasında gerçeklik açısından hiçbir fark yok! Ama anlamıyorum hala. Bir titreme alıyor bütün bedenimi. Bu sadece ablukanın gerçekliğiyle alakalı değil, aynı zamanda Baudrillard'ın simulasyon teorisinin ulusal, uluslararası siyasetin tek belirleyici unsuru olmasıyla birlikte içine hapsolduğumuz simulasyon dünyasının fantazi bağlamında film ve film-dışı arasındaki farkı yoketmiş olmasıyla alakalı. "Peki fantazilerin nelerdir?"den "Gerçek olan fantazidir"e yol almış bir kitle var, filmde Ahmet patronuyla görüştükten sonra kamyonete binip "test ediliyoruz" dediğinde, salondaki pop-corn'lu ağızların kahkahadan kırılmaları gibi. Oysa biliyoruz ki, cinsellik ve özgürlüğü şiddetli paranoya krizleriyle yaşayıp köpek inlemelerinden, kadın çığlıkları yaratıyoruz; kümeslerden çıkardığımız kadınları çöp arabalarında kaybedecek kadar fantazi dünyasına batırılmış hayatlarımız var, simulasyona mahkum edilmiş, taşlaşmış birey-kal'lıklar. Merak ediyorum, kaç kişi "Fantazi senden nefret ediyorum!" diyecek? Wikileaks'i hepimiz çok sevmiştik, komplo teorilerinin bir fantazi olmadığını gösterdiği için ama belgeler ortaya çıktığı an fantaziye dönüşmüşlerdi yine. Filmin iddiası yine yanlış anlaşılacak diye korkuyorum. Olamayana yatırım olarak, fantazi diye üretilen şeyin şu anki hayatlarımıza dönüşmüş olması ile fantazimin düşlediğim an, burada gerçekleşen şey olması arasında fark var. İlki, mimetiğin nasıl da mükemmel bir şekilde ideoloji olarak çalıştığına örnekse, ikincisi gerek mimesis, gerek fantazinin birey-kaç bağlamında reddedilerek, siyasal'ın sanat ile nasıl da içiçe varolduğunun örneği.


Hep söylediğim gibi: "Ah bir Kızılderili olsam!"






Recent Posts
Archive
Search By Tags
Follow Us
  • Facebook Basic Square
  • Twitter Basic Square
  • Google+ Basic Square
bottom of page