SANAT VE DEZONANS

Güncel, çağdaş, modern, modernite öncesi sanat arasındaki uzlaşmazlıkları geride bırakıp, tarihsel olanın tarih dışını da kapsadığı iddiasıyla sanat hakkında birkaç şey söylemek istiyorum. Bunu yaparken işime yarayacağını düşündüğüm bir kavramım var: "dezonans". Bu kavramı daha önce Desonance: Desonating (with) Deleuze adlı kitabımda, Deleuze'de sık sık geçen rezonans kavramına eleştirel bir yaklaşım geliştirmek, Deleuze'ü hep eleştirmiş olduğu Hegel felsefesine geri düşme tehlikesinden kurtarmak için icat etmiştim. Şimdi bu kavramı günümüz sanatında bazen ya da sık sık içine düştüğümüz kavramsal çıkmazlara ışık tutabilecek şekilde geliştirerek temsiliyet bağlamında tekrar ele alabileceğimi düşünüyorum.
Düşüncede diyalektik diye bildiğimiz; tez, anti-tez ve sentezle sonuçlanan sürecin post-yapısalcı düşünürler tarafından şöyle bir çıkmazı vardır: sentezle sonuçlanan, tez ile anti-tez arasındaki her karşılaşma bir başka tez ile anti-tez oluşturur ve böylece başlangıçta uzlaşmaz olarak görünen karşıtlıklar uzlaşmaya zorlanıp, karşıtlıkların nihai noktası, Hegel'in de önermiş olduğu gibi Tin'in artık kendini tamamıyla ortaya koyacağı, bir açıklanma anında son bulur. Böyle bir an tarihin sonudur, ve bu açıklanma anının ardından artık yeni hiçbir şey olmayacak, bütün uzlaşmazlıklar çözülmüş olacaktır. Bir bakıma, "Büyük Anlatı" olarak nitelendirebileceğimiz bu aşamanın, kuşkusuz sınıfsal bazı seleksiyonlarla gerçekleşebileceği ortadadır. Örneğin, modernizm öncesi sanatta eğer herşey yerli yerindeyse, bu herşeyin yerini, konumunu önceden belirlemiş bir aşkınsal ilke aracılığıyla mümkün olmaktadır. Dostoyevski romanlarının kahramanları, Tanrı'nın varlığını sorgulasalar da, yine de Tanrı tarafından varedilmiş bir dünyanın kötülüğüyle yüzyüze kalmak zorundadırlar, aşkınsalın dışı da aşkınsaldır.
Ya da, Paul Virilio'nun La Procédure silence adlı kitabında yeralan, "Sessizlik Yargılanıyor" adlı makalesinde sözettiği gibi, modern sanatla birlikte izleyici tam anlamıyla bir susturuluşa, dilsizleşmeye hapsolur. İlk örneği, Edward Munch'ün "Çığlık" adlı yapıtında yer alan, ses'in sanat yapıtına davet edilmesi süreci günümüzde enstalasyon işlerine ulaşmış, sanat yapıtı ve izleyici arasında modernizm öncesi sanatta varolan mesafe yıkılmış; sanat yapıtı artık derhal, aracısız anlaşılmayı talep ettiği için temsiliyetten (representation), sunuşa (presentation) geçilmiş ve böylece izleyici tamamıyla suskunlaştırılmış, dilsizleştirilmiştir. İzleyicinin sanat yapıtı karşısında üretmesi beklenen o "sessizliğin sesini duyabilme" edimi, sanat yapıtına eklenen ses sayesinde, deneyim pratiğinden kaldırılmıştır. Bizlerin izleyici olarak işitmemiz gereken şeyi, sanat yapıtı bizden önce işitmiş ve bize bağıra çağıra iletmektedir. Öte yanda, görsel-işitsel işlerin öncelik kazandığı çağımızda, Joseph Beuys'un ses geçirmez olması amacıyla keçeyle kaplanmış odaları ve piyanoları, modern sanatın bizi hapsettiği dilsizliğin en iyi göstergesini teşkil etmektedir ("Plight", Londra, 1985).
Modern sanatın bizi hapsettiğini düşündüğümüz, dilsizleştirme, suskunlaştırma anını Hegelci bakış açısından yorumlayacak olursak, izleyici ve sanat yapıtı arasında, tez ile anti-tez karşıtlığı içine oturtabileceğimiz karşılaşma anı, işitselin sanat yapıtına yüklenmesiyle sekteye uğratılmış, ve bizlerin izleyici olarak üretmemiz gereken o sentez anı, halihazırda sanat yapıtı tarafından özümsenmiş ve bize kullanıma hazır olarak sunulmaktadır. Bu kuşkusuz, siyasal anlamda bir ideolojiye, Nazizmi hatırlatan otoriter rejimlerin dikte etme biçimine dönüşme riskini taşımaktadır. Bu noktada "Virilio acaba Hegelci midir?" sorusuna girmeden, Deleuze düşüncesinin benzer durumları nasıl ele alabileceği ya da ele aldığını düşündüğümüz biçimleri nasıl radikalleştirilebileceğimiz bağlamında, rezonans ve dezonans kavramlarından bahsetmek istiyorum.
Deleuze'ün Hegelci diyalektik karşısında geliştirdiği eleştiride, herhangi iki şey birbiriyle karşılaştığında, bir zıtlık oluşturmaktan çok bir seri oluşturur; seriyi oluşturan birimler arasındaki ilişki - tez/anti-tez karşıtlığının aksine - rezonansla kurulur. Düşünürün Duyunun Mantığı adlı kitabında sıkça kullandığı üzere, iki seriyi ilişkiye sokan rezonans sonucu, Hegelci diyalektiğin aksine bir üst mertebeye ("aufhebung") geçilmez, bu iki birim arasındaki serisellikten herhangi bir anlam üretimi oluşmaz, oluşan şeyin adı "duyu"dur ve iki birim serisellik oluşturduğu sürece "duyu" akıp giden, beni sanat yapıtıyla oluş'a sokan şeydir. Örneğin, bir sanat eseriyle karşılaştığımızda, diyelim ki bir Anselm Kiefer ya da Francis Bacon'ın yapıtıyla karşılıştığımızda kamyon çarpmış gibi hissetmemizin nedeni bu işleri gerek renk gerek form aracılığıyla vareden materyaliteyle bütün bedenimizin rezonansa girmesidir.
Kısaca özetlediğimiz bu rezonans kavramını, Virilio'nun modernizm öncesi sanat yapıtlarına atfettiği, sessizliğin sesini duyma eylemiyle birleştirdiğimizde, bir ihtimal Virilio'nun modernizm öncesi ve sonrası ikilemini aşabilir, sanat yapıtlarının bu tür bir rezonansa girme, duyu'yu kurma aracı olduğunu söyleyebiliriz. Ama bu bize yine de, neden bazı sanat yapıtlarıyla rezonansa geçip diğerleriyle geçemediğimizi açıklamaz. Çünkü her iki yaklaşımı da belirleyen temel öğe, hala diyalektik olarak kalmaktadır. Virilio'daki sorun, "sessizliğin sesi" diye düşünülen işitsel edimin, ancak ve ancak bir geçiş anından, formsuzluktan forma geçiş anından sonra bize sessizliğin sesi olarak ulaşabileceğidir. Sessizlik bir ses olarak varolmalıdır ki biz bu sesi kendi çabamızla duyar hale gelebilelim; ya da renk ve form açısından bir yüzeyle karşılaştığımızda, bu belli bir estetik anlayışına göre düzenlenmiş olmalıdır ki bize "anlamını" iletebilsin. Ama burada unutulmaması gereken şey, sesin ya da kompozisyonun algı alanıma girebilmesi ancak ve ancak 19. yy burjuva estetiğine riayet ettiği sürece oluşabilir ve bu da tam anlamıyla, kötü diyalektik aracılığıyla gerçekleşir. Modernizm sonrası işlerin bize derhal, dolaysız, iletilmesini sağlayan, yapıtlara eklenen ses kadar, modernizm öncesi işler de bir forma ulaşma eşiğinden geçerek bize ulaşırlar ve bu bakımdan her iki dönemde de işler diyalektik ile belirlenmektedirler.
Öte yanda, Deleuze'deki rezonans düşüncesine geldiğimizde, bazı işlerde olduğunu varsaydığımız, ve bizle rezonansa geçen materyalitenin de, her ne kadar diyalektikten kurtulmayı amaçlasa da, çoğu zaman, "çooook güzel olmuş" adlı bir tanımdan öteye geçemeyip, varsayılan bir rezonans çerçevesinde kaldığı malumdur. Dezonans adlı kavramımla yapmaya çalıştığım şey iki birim arasında rezonansı başlatan gücün doğası ile ilgiliydi. Kuantum öncesi fizikte, bir objenin rezonansa girmesinin gerekçesi, kendinden önce titreşime, rezonansa girmiş bir başka obje olmasıyken; kuantumla anlaşılan şey şu olmuştu: her birim aslında kendi içinde titreşim içindedir ve rezonansın oluşması için farklı objelerin titreşim frekanslarının eşitlenmesi gerekmektedir. Durum böyle olunca, rezonansa girme ya da girmeme anının son derece kritik bir an olduğunu, dezonans adını verdiğim bu anın rezonansa tam girecekken rezonanstan uzak düşen, formsuz ile form sahibi arasındaki ayrımı riske atan ve gerçek hayatta sık sık karşılaştığımız, eleştirel bir alan kuran bir an olduğunu söylemeye çalışmıştım. Bir başka deyişle, herhangi bir sanat objesiyle rezonansa girme anını, bu anın dışını oluşturan bir dezonans anıyla birlikte oluşturduğumuzu düşünebilirsek, o objeye "çooook güzel" deme anını sürekli krize soktuğumuz bir rezonansa girme ve rezonanstan geri çekilme anına dönüştürebileceğimizi savunabiliriz.
Şimdi eğer böyle bir deneyimin ne işe yarayacağını soracak olursanız, bunun Virilio'nun bize sözettiği "sessizliğin sesini duymak"tan çok sesin formsuzluktan forma ya da sese geçtiği anı yakalayabilme umudunu vermesinde bulunduğunu söyleyebilirim. Sanat deneyimimizi bu çerçevede düşündüğümüzde, artık ne modernizm öncesi, ne de modernizm sonrası gibi bir ayrım kalır: asıl sorunun sesin sanat yapıtlarına eklenip, doğrudan bir etki alanı oluşturmasından çok temelde bir temsiliyet sorunu olduğu anlaşılır. Çoğu zaman ama bilhassa modernizm sonrası, "temsiliyetin krizi" olarak adandırdığımız şey gerçekte şöyledir: temsil etmenin kendisi başlıbaşına bir krizdir. Temsilin krizi diye bir şey yoktur, temsilin kendisi bir krizdir.
Buradan Artaud'ya uzanıp, Vahşet Tiyatrosu'nun temelinde, öznenin özne olurken kendi kendine uyguladığı vahşet olduğunu kabul edecek olursak, sahnede geçen her temsil anı böyle bir vahşet anının tekrar tekrar kurulmasıyla oluşur. Temsiliyetin kendisi ile birlikte izleyicinin öznelliğinin de krize atılabildiği, atlayabildiği bir sanat anlayışıdır, dezonans.