GÖRSEL-İŞİTSEL, SINIRAŞIMI ve SYNCHRESIS

Evde tutsak. Zorunlu tutsak.
Sokakta tutsak. O zaman hem içeride hem dışarıda zorunlu tutsak.
Nicedir Galata'da yaşayan bir insan olarak, İstiklal'in geçirdiği değişikliklere şahit olmak ... Gezi olayları, Emek sineması, Salt, Robinson Crusoe, ve şu an artık kapanmış başka birçok mekan. Kapitalin kültürsüzlükle yoğurduğu kitlelerle kültüre topyekün saldırısı. Kültür çok doğru bir tanım olmayabilir zira hep "kimin kültürü?" sorusunu da beraberinde getirir. Belki, farklılıklar desek daha doğru olur, hem bu şekilde tutsaklık durumunu daha eskilere de çekebiliriz: 6-7 Eylül 1955. Zorunlu tutsaklık ve zorunlu göç.
Dünyanın dört bir yanında ama bilhassa en son ABD'de mantar gibi başgösteren otoriter rejimler, Trump'ın ABD seçimlerini kazanması, son haftalarda son derece gereksiz bir şekilde hepimizi tehdit eden bir tecavüz yasasının önerilmesi ve geri çekilmesinin bizde neden olduğu travmalar, Suriye savaşı: Aydınlanma ve laiklik sonrası bireyi birey olarak kuran hemen hemen her koşulu sarsmaya, yıkmaya, infilak ettirmeye dayalı düzenlemeler. Ama 70'lerden beri hayalimiz değil miydi, bireyi, bireyliğini belli bir özne pozisyonuna sahip çıkarak kendini kuran burjuva bireyini iflas ettirmek? Ama bu iflas, amaçlanan iflas başka bir iflas. Saldırılar sonucu darmadağın edilen bireyi otoriter bir gücün sesine itaatkar kılmayı amaçlayan bir iflas..
Tuhaftır ki tecavüz kültürü Antik Yunan’da başlamış ve görsel temsilleri ise Rönesanstan bu yana ressam ve heykeltraşların sıklıkla itibar ettiği konulardan biri olmuştur. Leda ve Kuğu miti söz konusu olduğunda, Leonardo da Vinci, Michelangelo, Peter Paul Rubens, Salvador Dali ve hatta Cy Twombly aralarında en ünlüleridir. Efsaneye göre, Zeus bir gün kuğu biçimini alarak Leda’ya tecavüz eder ve bir kuğu narinliğiyle becerdiği bu iş aslında Yunan mitolojisinde ne ilk ne de son sınıraşımıdır. Sınıraşımı diyorum çünkü her tecavüzde güç sayesinde aşılan, bireyler arasında varolan, birey denen figürü tarih sahnesine çıkaran sınırların aşımı vardır. Bu sınırların Antik Yunan’da nasıl çalıştığına dair net bir bilgimiz olmasa da, Hesiod’un yüzyıllardır kulaktan kulağa aktarılarak dolaşan ayrıksı mitleri bir araya getirerek oluşturduğu Theogony’si mitler arasında yapısal bir bütünlük kurma çabasıdır. Sınırlar belki sadece Tanrıların, Tanrıçaların ve kahramanların adlarıyla belirlenmekte, ve bu sınırlar sadece nominal anlamda adlar arasında çizilmektedir ama sınıraşımını performe eden her kim olursa olsun sergilediği zorlama sayesinde gücü, üstünlüğü meşru kılınmaktadır. Meşru kılınan, tecavüz edilen ister erkek (burada Zeus’un tecavüz ettiği Ganymede adlı oğlan çocuğunu hatırlayalım) ister kadın olsun, erkek egemen güçtür ve kurumsallaşmasının en erken izleri Hesiod’un Olympos sakinlerini bir akrabalık kurumu içine sokarak ailenin, erkek egemen gücün şiddetine dayalı aile kurumunun ilk temellerini atmış olmasında görülebilir. Antik erkek egemen güç tecavüz, sınıraşımı sayesinde kendini kurmaktadır ve garip olan şudur ki kimse hazdan bahsetmemektedir.
Bunlar kuşkusuz tarih öncesi zamanlara ait bilgiler ama tecavüzün bugün hortlayan otoriter yapılarla Ortaçağ despotizmi arasında nasıl bir geçit oluşturduğunu anlamamız konusunda yardımcı olabilirler. Örneğin, ortaçağın feodal despotik yapılarında tecavüz gücü simgesel anlamda despotun imleme gücünce ele geçirilir. Anti-Odipus’ta Deleuze ve Guattari despotik imleme rejiminde bütün imleme eyleminin despotun sesine endekslendiğinden sözederler, yani imleme bağlamında zaten herkes hali hazırda tecavüz edilmiştir. Despotun imleme zincirini tekeline alışına, tecavüze, sınıraşımına karşı çıkan herkes ölümle cezalandırılmalıdır.
Bugün artık yavaş yavaş bütün dünyanın içine hapsedilmeye çalışıldığı otoriter tonlamalar karşısında, bizleri ele geçiren gücün medya olduğunu düşünerek, ses ve imge bağlamında birkaç saptayımda bulunmak istiyorum. Hatırlayacak olursak Walter Benjamin o ünlü “Tekniğin Olanaklarıyla Yeniden Üretilebildiği Çağda Sanat Yapıtı” adlı makalesinde filmin olası özgürleştirici, demokratik sanatsal yapısından bahsederken, olumlu ya da olumsuz bir havaya bürünmeden filmin ideolojik manipülasyona açık yanlarından da dem vurmuştu. Film sonuçta kitlesel bir deneyimi arzuluyordu. Benjamin’in ulaştığı sonuçların ne kadar doğru olduğu, filmin devletin ideolojik aygıtı olarak nasıl kullanılabileceği, Hitler Almanyasının Goebbels sayesinde icat ettiği itaat makinasında görünür hale gelmişti.
Michel Chion imge ve sesin, filmin eşit ağırlıkta kurucu öğeleri olduğunu varsayarak, filmin görsel-işitsel değerlere sahip bir sanat olarak değerlendirilmesi gerektiğini önerdiği çalışmalarında “synchresis” adlı bir kavram ortaya atar. Bu terim "synthesis" ve "synchronization" terimlerinden oluşmuş bir kavramdır. Sentez bilindiği üzere, Hegel'e referansla, ayrıksı ya da karşıt duran iki durumun bir araya gelerek üçüncü bir durum yaratmasıysa; senkron, iki farklı mecranın - yani ses ve imgenin - birbiriyle tutarlılık, denklik içinde akışıdır. Chion'un harmanlamasıyla oluşan "synchresis" kavramı ise ses ve imgenin bir sentez oluşturmadan, aynı anda aralarındaki farklılığı koruyarak birlikte aktıkları, denklik ya da tutarlılık gerektirmeyen bir akış biçimidir. Örneğin, bir zamanlar sinema dürbünü adıyla anılan bir oyuncak vardı, teknik olarak tek bir sahnenin ya da manzaranın az farklı iki fotoğrafından oluşur ve gözlerinizi oyuncağa dayadığınızda bu iki fotoğraf arasındaki fark üç boyutlu bir görüntü yaratırdı. Bu mekanizma insanın iki gözle görme biçiminden esinlenerek üretilmişti: doğal olarak görme biçimimiz, gözlerimizin her birinin herhangi bir bakış alanının iki farklı algılama biçiminin beynimizdeki sentezi sonucu oluşur. Gözlerimiz her ne kadar dünyayı farklı olarak algılasa da bu farklılık beynimizde gerçekleşen sentez ile üç boyutlu algının temel koşulunu oluşturur. Chion'un “synchresis” kuramında ses ve imgenin bir araya gelerek yarattığı ayrıksı durum, uzlaşmazlık, aynı sinema dürbününün çalışma prensibinde olduğu gibi, iki farklı bakış açısının arasındaki farkın korunduğu ama Hegelci anlamda bir üçüncü eleman, sentez yaratmadan yol alma, akma durumudur. Düşünsel açıdan yorumlayacak olursak, Chion'un kuramında Hegelci sentezin önünün kesilmesi farklılığın negatif bir öğe olarak çalışır bırakılmasında yatar. Ya da ses ve imge bir sonat formunda olduğu gibi sürekli kontrapuan yaratarak ilerler; sonuç bölümünde yer alan sentez, farklı melodik yapıların mümkün olan bütün tonal aralıklardan geçerek ürettiği ayrıksı bir yapıdır.
Otoriter ya da otoriterliğe eğilimli rejimlerde medya kullanımını bu önkoşullar altında gözden geçirecek olursak, sesin imgenin, filmik yapının hizmetine verildiği bir düzenle karşı karşıya olduğumuzu görürüz. Hollywood filmlerinden, TV dizilerine, reklamlara ve haberlere, haberlerin sunum biçimine kadar her türlü görsel mecrada ses her zaman ve halihazırda bize manipüle edilmiş olarak ulaşır. Algı pratiğinden bildiğimiz gibi işitsel olanı algılama gücümüz, görselden daha hızlıdır ve işitselin görselin emrine verildiği bir yapının nasıl bir ideolojik bir yapı olarak kullanılabileceği aşikardır.
Ontolojinin çok geçerli bir yapı oluşturduğuna inanmasam da, çalışarak çalışmayan ya da çalışmadan çalışan bir ontolojik kaygının derinliklerinde sesin ontolojiye gelmez bir alan olduğunu düşünürüm. İmgenin gücü ya da öncelliği bile sesi asla dize getirememiştir, ona görsel bir ontolojik kılıf biçmek dışında. Bununla ilgili olarak hepimizin paylaştığı ortak bir anı var aslında. Sanatın müphem bir ritm olduğuna dair en eski anımız belki bu. Anne karnında gözlerimizin henüz görmediği ve kulak ya da işitmek dışında dış dünyayla bağımızın olmadığı bir an. Duyabildiğimiz ise anne bedeninden gelen sesler ve en temelde annenin kalp atışları. Yani kulağın, işitmenin herşeyden önce geldiği, sesin henüz görselin hizmetine verilmediği bir an. Çok zaman önce anne karnını terketmiş olsak da, mesele bu anı hatırlanamazlığı içinde hatırlamakta yatıyor bence. Sınıraşımının ya da ur-tecavüzün henüz gerçekleşmediği o anı hatırlamak. En azından yeniden sokağa çıkabilmek için.